Soru en sevdiğiniz şehir diye başlayınca cevaplaması zor…
Ben eve dönünce kendi yatağında mutlu olanlardanım. Yaşadığım şehri de tüm güçlüklerine rağmen seviyorum. Biraz sado-mazo bir ilişki de olsa bu saatten sonra değiştirebileceğimi pek sanmıyorum.
Bu sebeple en sevdiğim yerine son gittiğim şehir olan Stockholm izlenimlerimi sizlerle paylaşacağım.
Üstelik bu yapmış olduğum gezi hiç de mimarlık hedefli bir gezi de değildi. Sevgili eşim Zeynep’le 20. Evlilik yıldönümü bahanesiyle bu şehirde dört gün geçirme fırsatım oldu.
Bu dört gün boyunca yolumun kesiştiği mimarlık ve kentle ilgili anları paylaşacağım. İlk önce coğrafyayla başlayalım.
Stockholm adalardan oluşmuş bir şehir. Baltık denizi ve Malaren gölü arasında anakara ve 14 ada üzerinde yer alıyor. Diğer görmüş olduğum Avrupa şehirlerinden farkı bir nehir etrafı yerine adalar arasında sularla iç içe bir şehir olması. Sanki İstanbul’daki Boğaz’ı, Haliç’i, Adalar’ı birbirine yaklaştırılmış olarak düşünebilirsiniz. Bu suyla iç içe olma durumu nüfus ve tekne sahibi oranına bakıldığında da görülebilir. Son gün yapmış olduğumuz tekne turunda Stockholmlülerin %7’sinin tekne sahibi olduğunu öğrendim. Bir milyon nüfuslu bu şehirde 70.000 tekne var demek ki oldukça yüksek bir oran.
Bu arada bizim Ağustos ayı sonunda 22 – 23 derecede bu şehri gezmiş olmamız büyük bir şans… Yine bizim şehri ziyaret ettiğimiz tarihte hava 20.30 civarı kararıyordu. Haziran ayında gece 11’lere kadar uzayan gündüzler kulağa heyecan verici gelmekle birlikte kış aylarında öğleden sonra iki buçuk üç gibi kararmaya başlayan hava ve soğuk da o derece depresif olmalı.
Tekrar coğrafyaya dönersek Gamla Stan burada kullanılmaya başlanan ilk ada… Kraliyet Sarayı bu adada yer alıyor. Kral ve ailesi şehrin dışında yaşıyormuş. Ancak sarayı ofis olarak kullanıyorlarmış. Kaynaklara göre bu adanın dokusu 13. yüzyıla kadar dayanıyor. Dar sokaklarıyla Ortaçağ kenti kıvamında…
Yine şehrin bu eski mahallesinin merkez meydanında Nobel Müzesi yer alıyor.
Nobel törenleri burada değil Stadshuset’de yapılıyormuş. Stadhuset, Parlamento Binasının ilerisinde yer alan yüksek kare formlu kule biçimindeki ikonik bina…
Biraz fazlaca turistik olmakla beraber görülmesi gereken bir yer.
Şehrin Güney bölümü Södermalm aslında daha çok orta sınıfın yaşadığı bir mahalle olmakla birlikte son dönemde “bobo” ların (Boheme Bourgeois) tercih ettiği bir bölge halini almış.
Burada görülmesi gereken binalar arasında Fotografiska Fotoğraf Müzesi sahil kıyısında önemli bir müze-sergi mekanı. 1906 tarihli bu eski gümrük binası tuğladan yapılma Art Nouveau stili cephesiyle kaçırılmaması gerekenlerden. Binanın içindeki restoran da iyi bir manzaranın yanında iyi yemekler sunuyor. Müzenin hemen yanındaki merdivenleri kullanarak daha üst kotta yer alan Södermalm’ın yaşanılan bölümlerine çıkmak mümkün.
Grand Hotel’in önünden Skepsholmbrun köprüsüyle buradaki müze adası Skeppsholmen’e doğru gidiyoruz.
Bu pitoresk ada farklı ölçekte motoryatlar ve küçük teknelerle çevrilmiş. Adeta bir marina işlevi görüyor.
Burada eski askeri barınaklar bir otele dönüştürmüş.
Sade yalın açık sarı renkte binalar biraz çağdaş isveç tarzını yansıtıyor. Otelin restoranı da iyi bir yemekle beraber hoş vakit geçirebileceğiniz bir mekan.
Norrmalm’den adaya doğru köprüyle geçerken sağ tarafta “Af Chapman” isimli geçtiğimiz yüzyıl başına tarihlenen, özellikle öğrenciler için bir hostel hizmeti gören, yelkenli bütçesi kısıtlı kişiler için de bir kalma opsiyonu oluşturuyor.
Yine buranın devamında “Moderna Museet” kentin modern müzesi yer alıyor, 90’lı yıllarda tanıdık bir isim Raphael Moneo tarafından tasarlanmış bir bina. Restoranında kentin Östermalm kısmına ve aynı zamanda Djurgarden tarafına doğru bakan çok güzel bir manzarası var. ynı zamandadoğru da bakıyor. Oradan daha sonra anlatacağım Vasa Müzesi ve Şehir Tarihi Müzesi‘ni de görmek, izlemek mümkün.
Moderna müzenin hemen yanında Mimarlık ve Tasarım merkezi (Arkitektur och Designcentrum) bulunuyor. Burada bütün İskandinavya ve İsveç geleneksel mimarisinden başlayarak günümüz mimarisine kadar uzanan mimari gelişimi ve hatta kentsel planlamayla ilgili çalışmaları da görmek mümkün. Aynı yapıda bir de geçici sergi mekanı var. Biz ziyaret ettiğimizde oldukça enteresan bir sergi vardı: “Reprogramming the City” adlı sergide gelecekte kentlerimizde nasıl yeni kullanımlar öngörüldüğüne dair ciddi yapılmış çalışmaların örnekleri bulunuyordu.
Diğer bir durak Djurgarden. Stockholm’ü oluşturan adalardan biri. Daha çok yeşil alanlardan yürüyüş yollarından oluşuyor. Hemen şehrin merkezinde denilecek kadar yakın. Kent keşmekeşinden uzaklaşmak için ideal bir yer. Bisikletinize binip piknik yapmak için program bile yapmanıza gerek yok. Stockholmlüler burada hafta sonu veya gün içinde de vakit geçirebiliyorlar.
Bu adanın içinde Skansken diye 19. yüzyıl sonunda doğru Arthur Hazelius tarafından vakfedilmiş yaklaşık 150 yapıdan oluşan yerleşim var. İsveçlilerin Ortaçağ sonrası nasıl yaşadıklarını izleyebiliyorsunuz. 19. yüzyıl kıyafetleriyle geleneksel peyniri üreten tutun yün eğiren kadına normal hayatını sürdüren insanlar görebilirsiniz. Bunlar aslında müze görevlisi. Yine burada İsveç’in bitki ve hayvan florasının örnekleri var.
Çok büyük olmayan hayvanat bahçesinde yine İsveç doğal hayatında bulunan hayvanları izlemek mümkün: Ren geyikleri, elk, boz ayılar… Vakti olanlar Skansken akvaryumunu da görebilir.
Genellikle çocuklarla gezdiğimiz zaman bu tür yerlere uğrarız ama yine de çocuklar olmadan da görülmeye değer diye düşünüyorum.
Yine bu Djurgarden üzerinde İsveçlilerin en geniş kültür ve tarih müzesi Nordiska Müzesi var. Hemen ardından ise adanın girişinde kaçırmamanız gereken Vasa Müzesi var. 1620’lerde inşa edildikten sonra denize açılan İsveç donanmasına ait kalyon çok kısa bir süre sonra bir ters bir rüzgar sonucu su alıyor ve batıyor. 1960’lı yıllarda bu kalyon sudan çıkartılıyor, 14.000 parça tekrar birleştiriliyor ve koruma altına alınıyor. Bu gemi için özel bir müze tasarlanıyor. Müze içerisinde Vasa’nın yapımından batışına tüm hikaye detaylarıyla anlatılıyor.
İlgilenenler için burada bir eğlence parkı var. Bildiğimiz lunapark, Tivoli… Dev salıncakları, hoplayan zıplayan dönen araçları, “roller coster”ları, düşüş asansörünü görmemek ve kullanıcıların adrenalin dolu çığlıklarını duymamak mümkün değil…
Norrmalm bölgesi benim de dört gün boyunca boyunca konakladığım bölge. Stokholm’ün burada oldukça oranın hoş ve eski otellerinden Grand Hotel’de kaldık. Otelimiz hemen kraliyet sarayına, Gamla Stan’a doğru bakan Skeppsholmen adasına da çok yakın merkezi bir konumda bulunuyordu.
Öte yandan bir miktar kuzeye doğru yürüdüğünüzde Östermalm diye adlandırılan şehrin biraz daha şık bölgesine geliyorsunuz. Yani karşılaştırmak gerekirse bizim “Nişantaşı”, biraz daha havalı şık restoranların, mağazaların olduğu bölge diyebilirim.
Biz tesadüf eseri Jarls Bistro‘da ilk akşam yemeğimizi yedik. Bazen bu tür mekanların kullanıcılarını ve ritüellerini görmek de şehri tanımak için iyi bir fırsat oluyor.
Yine Norrmalm bölgesinde trafiğe kapalı yaya yolları, alışveriş yolları bulunuyor. Ana bir aksı takip ederseniz, Birger Jarlsgatan caddesinden Humlegarden’e doğru devam edildiğinde, hoş kafelerin, restoranların olduğu bölgeye gitmek mümkün.
Sabah saatlerinde sportif maksatla yaptığım yürüyüş ve koşularda farklı bölgelere de gittim. Norrmalm bölgesinin kuzeyine doğru ilerlediğimde üniversite bölgesinden sonra Stockholm Olimpiyat Stadyumunun yanından ilerlediğinizde oldukça büyük bir orman bölgesine giriyorsunuz. Kaybolana kadar uzun bir koşu yaptığımı söyleyebilirim. Oldukça iyi bir parkur daha…
Öte yandan Stockholm’ün her yeri koşu yapmaya müsait… Tesadüfen bizim bulunduğumuz tarihte Stockholm Triatlonu vardı… Sabah başlayan yarışlar akşama kadar sürdü… Katılımcı sayısını daha sonra internetten kontrol ettiğimde 4000’in üzerinde katılım olduğunu öğrendim.
Yine Normmalm bölgesinde bir tren istasyonu var ve bunun hemen yakınında, benzetme yapmak gerekirse Stockholm’ün “İstiklal Caddesi”, yaya yollarının olduğu ve etrafında farklı mağazaların yer aldığı bir yaya aksı bulunuyor. Bu yeri de yine meraklılarının kaçırmaması gerekir diye düşünüyorum.
Kungstradgarden yine bu bahsettiğim bölgenin ortasında yer alan yeşil bir park.
Bu bölgenin biraz batısına geçtiğinizde Kungsholmen bölgesi bulunuyor. Burada simge yapı Stadshuset, şehrin birçok noktasından algılanıyor.
Östermalm bölgesi ile Norrmalm bölgesi arasında aslında Ordu Müzesi ve hemen önünde Müzik Müzesi yer alıyor. Burada sekizgen biçimli Hedvig Eleonora Kilisesi bulunuyor. Ara ara müzik konserleri veriliyormuş. Biz denk getiremedik.
Stokholm tüm İskandinav ülkeleri gibi gastronomiye önem veriyor. Farklı bütçelere çok iyi yemekler yemek mümkün.
Biz akşam yemeklerimizden birinde Operakalleren‘i denedik.Burası Stockholm operasının mahzeni anlamına geliyor. Tesadüf eseri restoranın gedikli garsonu Türk çıktı ve verdiği engin bilgilerle bizi aydınlattı. İsveç Kralı’nın geleneksel olarak arkadaşlarıyla yemek yediği mekana kadar gösterdi.
Grand Hotel’in altında yer alan Matias Dahlgren isimli lokanta oldukça önemli bir şefin adını taşıyor. Yer bulabilirseniz ve bütçeniz el veriyorsa çok iyi yemekler olduğunu söyleyebilirim.
Otelin hemen arka sokağında B.A.R. (Balassieholmens Akvarium Restaurang) isimli adından da anlaşılacağı gibi deniz mahsulleri ağırlıklı olan güzel bir restoran bulunuyor.
Biz bir de Miss Voon isimli uzakdoğu lokantasına gittik. Orada da yediklerimiz damağımızda kaldı… Tıpkı tüm Stockholm gibi…
*Bu yazı Istanbul Art News’ta yayınlanmıştır.