Büyükada Rum Yetimhanesi’nin binası küçüklüğümden beri Ada silüetinin bir parçası olarak sorgulamadan varlığını kabul ettiğim hayalet bir yapıydı. Büyükada’nın en yüksek noktası olan Aya Yorgi Kilise’sinin bulunduğu tepeye çıkmayı başaran istisnasız her turist, Kartal – Sedef Adası yönünde manzaraya bakarken Ada’nın diğer tepesindeki ormanının içinde duran gizemli, koca ahşap yapıyı tepeden görür ve bu bina ne binası diye sorar. Bunun sebebi ulaşılmaz gibi görünen tepenin üzerinde tek başına durması mı yoksa binanın büyüklüğü mü bilemiyorum ama Yetimhane bir şekilde durduğu yerde herkese sessizce bir hikaye anlatır. Genellikle de çoğu ziyaretçi, yapının Avrupa’nın en büyük ahşap binası olduğunu bilmez ve Levanten mimar Alexandre Vallaury tarafından otel olarak tasarlanmış ve inşa edilmiş olmasına rağmen yetimhane olarak kullanıldığını, sonradan içindekilerin apar topar binadan çıkarıldığını duymamıştır.
Çocukluğumda binanın yeri bisikletimi alıp yalnız gidemeyeceğimi düşündüğüm kadar uzak ve izbeydi. Adalılar arasında anlatılan yetimhane yangınında ölen çocukların çığlıklarının gece halen duyulduğu gibi korku dolu hikayeler de bir müddet beni binadan uzak tutmaya yetti. Daha sonraki yıllarda, birkaç kez binanın kapısına kadar gidebilmiştim ancak içine girmeyi çok arzulamama rağmen kilitli bahçe kapısının önünde kalmış ve bütün merakımı içimde tutup oradan ayrılmıştım. İçini görmenin mümkün olmadığı yapıyı ancak kitaplarda inceleyebilmiştim; ta ki 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin paralel etkinliği kapsamında, Büyükada Rum Yetimhanesi ile benzer bir kadere sahip olan Galata Rum Okulu’ndaki 9 Ekim – 10 Kasım 2018 tarihleri arasında gerçekleşen “206 Odalı Sessizlik” sergisine ve etüdlerine katılana kadar.
Küratörlüğünü Hera Büyüktaşcıyan’ın yapmış olduğu “206 Odalı Sessizlik” sergisi Yetimhane binasının içine girmeyi, binanın çıkardığı sesleri duymayı ve geçmişteki yaşanmışlıkları deneyimleyebilmeyi sağladı. Hera Büyüktaşcıyan, Ali Kazma, Murat Germen ve Dilek Winchester’ın Yetimhane’nin hikayesini yansıtan eserleri ile yıllardır merak ettiğim binanın içine girdiğimde ne göreceğimin cevaplarını biraz olsun deneyimlemiş oldum. Yapının yıkık bir köşesinden projeksiyonla yansıtılmış bile olsa alışık olduğum ada manzarasına bakmak kolayca parçası olabildiğim bir deneyim oldu. Binanın mevcut seslerinin kayıt edildiği odada gözlerimi kapadığımda tanıdık ada seslerinin yanı sıra gıcırdayan ahşabın sesleri, yıllardır uzaktan bakarken içinde dolaştığımı düşündüğümde hayal edebileceğim sesleri doğrular nitelikteydi. Öğrencilere ait eşyaların olduğu sergi alanlarında ise binanın yaşanmışlıklarına göz gezdirmek mümkün kılınmıştı.
Katıldığım söyleşilerden ise çıkardığım bir dizi sonuç yerine bir dizi soru oldu. 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin ana başlığı ‘‘Okullar Okulu’’ idi. Ve ben de bu söyleşiler sırasında konuşmacıların katkılarıyla, bir okulun içinde, Galata Rum Okulu, başka bir okul hakkında, Büyükada Rum Yetimhanesi, bir dizi soru ile bu mimari ve sosyal geçmişini dimdik ayakta tutan yapıdan neler öğrenebileceğimizi sorguladım. Cevabını bulması zor olan, zaten tek doğru cevabı olmayan bir dizi soru;
*****
-Binanın şehrin hafızasında nasıl bir yeri var?
-Yapının acilen koruma altına alınması gerektiği krizi sakince nasıl ele alınır?
-Aciliyet ile yapı üzerine enine boyuna düşünme süreci nasıl yanyana ilerler?
-Günbegün çürümekte olan çatısı için ‘acil’ öneriler nelerdir?
-Çatının aciliyetinin, yapının geri kalanından ayrı bir korumaya gidilmesine yol açmasından nasıl kaçınılır?
-Geçici önlemler almak sadece maliyeti mi arttırır yoksa düşünmek için zaman kazanmak adına mecburi midir?
*****
-Bu binanın sahibi kimdir?
-Projeye kimler sahip çıkıyor? Mimarlar, adalılar, okulun mezunları, Patrikhane…
-Binanın hem yerel hem de evrensel bir değer olduğu konusunda hemfikir miyiz?
*****
-Yetimhaneyi nasıl korumalıyız? Korumaktan kastımız nedir?
-Basmakalıp koruma yöntemlerini tercih etmek doğru mu?
-Hiçbir şey yapmadan çökmesini beklemek de bir tercih olabilir mi?
-Korumaya başlamadan önce yapılması gereken çalışmalar nelerdir?
*****
-Binanın yeni işlevi ne olmalı?
-Binanın yeni işlevi ve misyonu koruma yönteminin belirlenmesinde rol oynamazlar mı?
-Binaya yeni bir misyon yüklenmeli mi yoksa varlığı bile bir misyona hizmet mi ediyor?
-Tamir edip, kullanmak bir çözüm mü?
-Yapı yenilendiğinde herkese hizmet etmek zorunda mı?
-İlla yeniledik içine de evrensel birlikteliği pekiştirecek bir işlevlendirme yaptık, binayı kullanıma açtık çok da iyi değerlendirdik demek elzem mi?
*****
-Bu binayı İstanbul’un şehir içinde kalmış ahşap yapılardan ayıran nedir?
-Avrupa’nın en büyük ahşap binası olmasından neler öğrenebiliriz?
-Mevcut ahşabını korumak mümkün mü?
-Yapının fiziki sürdürülebilirliği nasıl sağlanmalı?
-Binanın zamana karşı bu kadar dirençli olması nasıl açıklanır?
-Önemli olan tamir edip kullanılmasını sağlamaktansa sürdürülebilirliğini sağlamak değil midir?
****
-Asıl tasarımı olan bir otel olarak hiç kullanılmamış. Binaya tekrardan ilk programına yönelik bir iyileştirme yapılması kulağa nasıl gelen bir fikir?
-Yapının Büyükada’nın her sezon daha da vasat hale gelen turizmine bir katkısı olabilir mi?
*****
-Mimarlık bu projenin neresinde başlar?
-Projenin yönetimi kimde olmalı? Sahibinde, disipliner bir kurumda, binaya özel bir vakıfta..
-Yapının finansal sürdürülebilirliği nasıl sağlanmalı?
*****
Yapılabilecek yaratıcı tespitler nelerdir?
-Mekanın fiziksel ve zihinsel gelişimlerini aynı anda besleyen bir proje çıkarmak mümkün mü?
-Bu kadar üzerine konuşulan bir yapının henüz rölövesinin bile çıkarılmamış olması bize neyi anlatıyor?
*****
-Yapının sadece orada var olması bile yeterli bir misyon değil mi?
*Blog yazısında bulunan fotoğraflar, Aslı Germirli tarafından çekilmiştir.