Onbeşinci Venedik Mimarlık Bienali katılımımızın, son bir hafta içinde farklı mecralarda yer alan sıcak tartışmalarla gerekli işlevi üstlendiği anlaşılıyor. Beğenenler, beğenmeyenler bir yana, nitelikli tartışmalar konuyu sıcak tutmaya devam ediyor.
Öncelikle bu sürecin nasıl geliştiğini hatırlayalım: İKSV bir ilke imza atarak, Türkiye pavyonu küratörünün belirlenmesi adına son derece uygar bir tartışma platformu oluşturdu ve yapılan toplantılar sonucunda katılımcıların çoğunluğunun önerisi ile sözkonusu bienalde Türkiye pavyonunun tasarımı ve içeriği için bir fikir yarışması açmaya karar verdi. Bu platforma yarışma karşıtı biri olarak ben de katılmıştım. Yarışmaların renkli ve zengin bir süreç olduğunu ama sonuç için her zaman doğru bir yöntem olmayabileceğini aktarmaya çalışmıştım. Sonuçta yarışmaya karar verildi ve Venedik Bienalinin konusu belli olur olmaz bir yarışma süreci başladı.
Yarışma farklı fikirlerin tartışıldığı bir değerlendirme ortamı… Sergi ise bu fikirlerin uygulamaya geçmiş hali. Küratörlerimiz bir fikir sunmuş ve yarışmayı kazanmış, bu fikri de harikulade uygulamışlar. Eleştirilecek hiç bir tarafı yok. Fikri beğenmiyorsak ya da ilgili bulmuyorsak eleştiri oklarımızı başka tarafa (seçenlere?) çevirmemiz lazım. Eğer fikri beğenip sergiyi beğenmeseydik, o zaman eleştirilerimizin odağı küratörlerimiz olurdu.
Aravena’nın küratörlüğü ve sorduğu soru netti. Oysa, iki ülke arasındaki tarihsel etkileşim sürecini yorumlayan Darzana projesi ile Aravena’nın “mimarlığın sınırlarını farklı cephelerde nasıl genişletelim?” sorusu arasında bir anlam kayması var. Burada söz konusu olan Darzana’nın öne sürdüğü fikri beğenip beğenmemek değil. Küratörün sorusu, tıpkı Avustralya pavyonunda olduğu gibi, es geçilerek tercih edilen farklı bir proje/sorun ortaya atılabilir. Ancak Darzana özelinde bu, konuya farklı ve hatta çok da güzel bir yaklaşım getirip sonra da, özellikle ardı arkası kesilmeyen üst ve alt “okumalar” ile projeyi konuyla ilişkilendirme çabası olarak öne çıkıyor.
Kimin gerçeği, yüklediği anlamlar doğru? Neredeyse tüm kavramsal ve çağdaş sanat çalışmalarında görünen, mesajı kendinde saklı ve anlaşılması için uzun okumalara gerek duyulan, çok derin, çok ağır metinlerle donanmış sergiler, “iş”ler hayatımızda uzun zamandır mevcut. Öte yandan bienalde ne demek istediğini yüz metreden anlatabilen kuvvetli işler, alt, üst, yan okumalara gerek kalmadan cepheden ne varsa onu bildirmekte.
Nevzat Sayın bile Arkitera’da yazdığı güzellemede, ancak iyi bir sanat bienalinde sergilenebilecek nitelikteki bu projeyi mimarlıkla ve bienalin konusuyla ilişkilendirmeye çalışmış. Bunu yaparken de artık yorgun bir söylem olan parçalara bölünme ve yeniden inşa etme kavramlarından yararlanarak nostaljik bir deniz yolculuğuna çıkmış. Oysa ben, Aravena gibi benzer bir coğrafya ve sosyo-ekonomik altyapıdan gelen bir küratörün gündelik sıkıntılarımıza bu kadar doğrudan bağlı bir konu ile ortaya çıkmasına sevinmiş ve Türkiye’de yapılan yarışmadan daha somut ve sert cevaplar ummuştum.
Seçenlere sormamız lazım: bu kadar suya sabuna dokunmayan bir fikir özellikle mi tercih edildi?…
Türkiye’de milyonlarca mülteci sefil halde yaşarken ve bunların çoğu Baştarda’dan daha parçalanmış teknelerle Yunanistan’a sığınmaya çalışırken, “cephe” olarak tersanelerin kardeşliğini ortaya çıkartmak kaçamak bir cevap değil mi?
Kentsel hafızamız, şehir dokuları ve ölçekler “kentsel dönüşüm” adında bir maskaralıkla yok edilirken “senin cephen bu mu?” diye sormazlar mı?
Türkiye’de beş tane şehir son yirmi yılda deprem yüzünden yeniden inşaa edilmişken, altı rakamlı sayılara varan insanlar yerinden yurdundan olmuşken, artık varolmayan tersanelerden toplanmış kalıplar, parçalar, artık varolmayan ve “gemiye benzeyen” bir enstalasyonun yapımında kullanıldığında, üstüne üstlük bu “parçası (parçacıl) yapının “çokluk” üzerine düşünmeyi beraberinde getiren bir “örüntü” olduğu iddia edildiğinde, Türkiye’nin biennale getirdiği “cephe/sınır” ( front/frontier ) önerisi biraz umursamaz kalmıyor mu?
Uzun metinler, modası geçmiş ve fazlaca çiğnenmiş kuramlarla sergilenen işleri anlamlandırma çabalarını hayatım boyunca eshefle izledim.
Sergi kataloglarında zorlama terminolojiler üreterek methiyeler yazan sanat eleştirmenlerini, kim daha çok biliyor ve okumuş yarışmasına dönen kuramcı atışmalarını epeydir takip ediyorum. Bu çabanın sanat alanında Türkiye’ye ve Türkiyeli sanatçılara fazla yarar sağlamadığını da üzülerek gözlemliyorum.
Bundan sonra mimarlığı da bu girdabın içine çekerek sonumuzun nereye varacağını göreceğiz. Eleştiri çokluğuna en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde duymak istediğimiz anlamları yapılan işlere yükleyerek kendi kendimizi alkışlamak yerine, çoğulluğa varmayı böylesi bir eleştirsellikte aramanın daha doğru olabileceğini düşünüyorum. Unutmayalım ki bu henüz ikinci bienalimiz; tartışma /eleştiri ortamını sıcak tutarak daha somut adımlar atılmasına katkı sağlayabilirsek ne mutlu bize.
Bu yazı Arkitera.com’da Görüş bölümünde yayımlanmıştır. Fotoğraf: turkiyepavyonu16.iksv.org